Sıcak yaz gecelerinin yerini serin rüzgarların aldığı yaz akşamlarından birinde uykunuz kaçtı. Evin önüne temiz hava almaya çıktınız. Ciğerlerinize derin bir nefes çekip başınızı gökyüzüne kaldırıyorsunuz. Yıldızlar, sayılamayacak kadar çok, erişilmeyecek kadar uzak. Az ötede Ay ilkdördünü dolduruyor. Sadece çıplak gözle görmek bile bu kadar büyüleyiciyken; 1609’da Galileo Galilei, teleskobunun mercek ayarını yaptığında Ay, dağları ve kraterleriyle gözünün önünde duruyordu. Gördüklerini kâğıda geçirdi. Daha sonrasında bu alanda yaptığı çalışmalarla Samanyolu’nu tanımladı[1].
Galileo’nun Ay çizimleri [g.1]
“Canlıyı oluşturan her DNA bir galaksideki yıldızlar kadar atom içerir.”
-Carl Sagan [*]
İnsanlık, yıldızların arasında bir yıldızın etrafında başlamıştı ve her canlı varlık kendi içinde bir evren barındırıyordu.
Canlılardaki sonsuz evreni keşfetmek için teleskoptaki büyüteç etkisi farklı bir şekilde değerlendirildi. 1538’de İtalyan doktor Girolamo Fracastoro, mikroskobun mantığını oluşturacak fikrini “Biri diğerinin üstüne bindirilmiş iki gözlük camından bakıldığında, her şey çok daha büyük görünecektir.” diye ifade etti[2].
Bilimin birçok alnında sıkça karşılaşabileceğimiz gibi mikroskobu ilk bulan kişi belirsiz. 1590’da Hollandalı gözlükçüler Hans Janssen ve oğlu Zacharias Janssen küçük cisimleri oldukça büyük gösteren bir alet bulmuşlardı. 1600’lerde ise Anton van Leeuwenhoek, Robert Hooke ve Issac Newton merceklerin büyüsünü keşfetmişti ve onları çalışmalarında kullanmak için geliştiriyordu. Anton van Leeuwenhoek bir mikroskop satın almak yerine evde kendi mikroskobunu yaptı. Oldukça küçük bu mikroskop, 0.7 mikrometre boyutundaki nesneleri gösterebiliyordu[2,3]. 1683’te dişinde oluşan plağı inceleyen Leeuwenhoek, ağzındaki bakterilerle hayretle tanıştı ve onlara “animacule” adını verdi[4]. Mikrobiyolojinin başlamasını sağlayan bu gelişme, Robert Hooke’un “Micrographia” adlı kitabıyla Hücre Teorisi’nin ortaya çıkma yolunu açacaktı[2].
Leeuwenhoek’un mikroskobu gerçekten küçüktü [g.2]
Günümüze kadar yığılıp birikerek gelen bu bilgileri anlayabilmek için tarihsel süreci incelemek, salt bilgi yerine dünyayı değerlendirebileceğimiz bakış açılarını da kazandırır. Zihin, öğrendiği bilginin sınırlarının ötesine geçmeye başladığında üretebilir.
[g.3]
Yıldızlar da hücreler de hep oradaydı. İnsanı, diğer canlılardan ayıran özelliği, sebep-sonuç ilişkilerini kurup, olaylar hakkında tahminde bulunup bunu diğerlerine ifade edebilmesidir. Evren, bilgiye dönüşmeyi bekleyen verilerle doludur. Canlı varlıklar düşünmeye başladığı andan itibaren veriler, bilgi halini alır. Eğer bizler bu bilginin farkında olup eğitim veya deneyimlerimizle hayatımıza katmaya başlarsak bilim kavramına yaklaşırız. Böylece bilim, soruları yanıtlayabildiğimiz, tahminde bulunabildiğimiz dünyayı açıklayabilir[5]. Bilimin ortaya çıkmaya başladığı zamanlardaki düşünce sistemi, insanın evreni algılaması ve bilgiye yaklaşmasıyla belirlenmiştir. İnsan, çevresinde gözlemleyebildiği yaşamı tek bir açıdan ele almamış, canlılığın kaynağını araştırmıştır[6,7]. Doğadaki yerini bulma sürecidir bu. Soruların cevapları, ilk zamanlar doğaüstü durumlarla açıklanıyordu. Algısının sınırlarını genişlettikçe tatmin olmayan insanoğlu, farklı düşünce sistemleri geliştirip bugünkü bilimin temellerini oluşturdu. Biyolojinin bilimdeki yeri, canlıları ve canlıların yaşamsal süreçlerini incelemektir[6].
Doğayı tanıma ve öğrenme süreci de biyoloji olmadan düşünülemez. Eski çağlardan elde edilen bu öğretilerin, gelecek çağlara aktarılmasında yazının icadı çok önemli rol oynamıştır. Tarih kayıtlarının tutulmaya başlandığı Mezopotamya uygarlıklarında insanlar doğanın kaynaklarını tanıyıp kendi ihtiyaçları doğrultusunda kullanmaya başladılar. Buğday, arpa, mercimek, bezelye gibi tahıllar hem besin olarak hem de ticari faaliyetlerde kullanılmak için evcilleştirildi. Güneşin, nehirlerin takibi yapılmaya başlandı. 10.000 yıl önce keçiler, koyunlar ve tavuklar evcilleştirildi. Otçul canlılar oldukları için bakımları kolaydı. Yerleşik düzene geçerek tarıma başlayan insanoğlu daha büyük hayvanları da evcilleştirmeyi başardı. Bu alandaki gelişmelerle nüfus yoğunluğu arttı, iletişim, ticaret gibi sosyal faaliyetler gelişmeye başladı. Medeniyetin temelleri atılmıştı[8].
Gelişmeye başlayan medeniyetlerden biri olan Babillerin başına, millattan önce 18. yüzyılda kral Hammurabi geçti. Toplum düzenini sağlamak için yasalar getirdi. Bunlar o dönem için hukuk, ticaret ve bilim alanında önemli gelişmeler sağladı. Hurma bitkisinin ticari önemi yasalarda yerini bulmuş hasat zamanları not edilmişti. Tıp uygulamaları da oldukça katı yaptırımlarla düzenlenmişti. Örneğin, bir doktor apse açarken hastayı öldürürse elleri kesilir gibi günümüzde korkutucu gözüken yasalar vardı[6,9].
Fırat ve Dicle nehirleri arasında başlayan bu insanî modernleşme, bitkilerin ve hayvanların yaşam alanlarına göre şekillenerek Nil ve Ganj nehirlerinin etrafında oluşmaya başladı.
Ebers Papirüsü [g.4]
Nil kıyısındaki Antik Mısır’da bilimin pek çok alanını besleyecek gelişmeler yaşandı. Örneğin MÖ 1550 yılında yazılan Ebers papirüsü, bilinen en eski tıbbi çalışmalardan biridir. Çeşitli hayvan yaralanmalarından bedensel ağrıların çaresine kadar birçok hastalığın tedavisini içerir. Kalp ve dolaşım sistemiyle ilgili yapılan çalışmalar günümüz bilgileriyle şaşırtıcı benzerlikler taşır. Mısır uygarlığı denince akla ilk gelen mumyalar, ölü bedenleri saklama koşulları ile bilim dünyasına katkı sağlamıştır ama bu durumun yanında kemik tüberkülozu, gut, diş çürüğü, mesane ve safra taşları gibi hastalıkların da ortaya çıkmasına neden olmuştur[6,10,11].
Hindistan’daki tıbbi gelişmeler ise yine ortamın ve inançların çevresinde şekillenmiştir. Dini inanışları nedeiyle cesetler incelemek için bile kesilemiyordu. Cerrahinin ilk adımlarını atmak için değişik bir yol izlediler. Ölü bedeni bir sepete koyup yedi gün boyunca nehirde bıraktılar. Böylece suda kalan beden kesilmeden parçalanabiliyordu. Bu yöntemle en kolay ulaşabildikleri parçalar kemiklerdi ve işe kemiklerle başladılar. Anatomi bilgisi kaslar, bağlar ve eklemlerle devam etti. Sinirler ve diğer iç sistemlerle ilgili bilgiler oldukça sınırlıydı. Hastalık semptomlarını iyi takip etmişlerdi. Hint kültürünün kadim bilgilere dayalı inançları da bu yöntemlerde hep birlikte yer aldı[11].
Günümüzde kolaylıkla ulaştığımız ve geliştirme çalışmaları süren bilimsel bilgi, teknoloji ve yöntemlerin kaynağı tahminimizden de önceye dayanıyor. İnsanın düşünce evreleriyle şekillenen bu zevkli tarihe ilişkin yazılarımız biyoloji bilim tarihine odaklanarak sürecek.
Kaynakça
[1]Canright, S., (2003), “Telescope History”, NASA (21.08.2020 tarihinde erişilmiştir)
[2]Ford, B.J., Shannon R.R.,(2020), “History of Optical Microscopes”, Encyclopædia Britannica (21.08.2020 tarihinde erişilmiştir)
[3]Anderson, H., “History of the Microscope”, MicroscobeMaster, (21.08.2020 tarihinde erişilmiştir)
[4]Kolenbrander, P.E., ve ark.,(2009), “Oral Microbiolgy”, Encyclopedia of Microbiology (Third Edition), p. 566-588, https://doi.org/10.1016/B978-012373944-5.00199-1
[5]Agutter, P.S., Wheatley D.N.,(2008), “Thinking about Life”, Springer, p. 1-11, https://doi.org/10.1007/978-1-4020-8866-7
[6]Rogers, K., ve ark., (2019), “Biology”, Encyclopædia Britannica, (21.08.2020 tarihinde erişilmiştir)
[7]Günergün, F., (2004), “İstanbul Üniversitesi’nde Bilim Tarihi’nin Kurumsallaşması Araştırmalar ve Eğitim Programları”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Cilt 2, Sayı 4, s. 547-580
[8]Rutledge, K., ve ark., (2011), “Domestication”, National Geographic, (21.08.2020 tarihinde erişilmiştir)
[9] The Editors of Encyclopaedia Britannica (2019)“Babylonia”, Encyclopædia Britannica, (21.08.2020 tarihinde erişilmiştir)
[10]Bowman, A. K., ve ark., (2019), “Ancient Egypt”, Encyclopædia Britannica, (21.08.2020 tarihinde erişilmiştir)
[11]Guthrie, D.J., ve ark.,(2020) “History of medicine”, Encyclopædia Britannica, (21.08.2020 tarihinde erişilmiştir)
[*]”Carl Sagan’s Cosmos Episode 2 One Voice in the Cosmic Fugue”, Youtube