Çiçek hastalığının raporlanan son vakası 1978’de görüldü.[1] Peki bu virüsle nasıl tanıştık ve kurtuluşumuz nasıl oldu?
Çiçek hastalığına neyin sebep olduğu sorusu tarih boyunca ilginç efsaneler, inanışlar ve batıl inançlar kullanılarak çözülmeye çalışılmıştır. Bu hastalık eski medeniyetleri, kasabaları, şehirleri zaman zaman dalgalar halinde kırıp geçer, hastalığa yakalanan 3 insandan 1’inin ölmesine sebep olurdu.[1] Hayatta kalanların çoğunda ise körlük ya da sakatlık gibi sorunlar ortaya çıkardı. Daha mikrobun ne olduğunu, nasıl bulaştığını ve yayıldığını bilmeyen atalarımız, genelde bu virüsten korunmak ya da iyileşmek için çeşitli tanrılara dualar ederlerdi. Tanrılar tarafından cezalandırıldıklarını düşünen halk, adaklar adar, ayinler düzenlerdi.
Hastalıkları açıklamak için yüzyıllar boyunca ortaya birçok teori atılsa da bunların çoğu yanıltıcı ve yanlıştı. 18. yüzyıla kadar hekimlerin kullandığı tedavi, bazı zamanlar ağrıyı hafifletmekten öteye geçemiyordu, kullanılan ilaçlar etkili içeriklere sahip değildi. Salgın zamanında verilen tavsiye ise salgın bölgesini terk etmek ve dua etmek oluyordu. Peki bu ölümcül virüsün kökeni neydi ve insanlık olarak nasıl yok etmeyi başardık?
Çiçek Virüsü Nedir, Kimdir?

Elimizdeki verilere göre 18. yüzyılda her sene 400.000; 20. yüzyılda ise 300 milyon insanın ölümüne, Variola major isimli bir virüs sebep oldu. DNA virüslerinden biri olan Variola’nın ortalama boyu 270-350 nm olmakla beraber diğer virüslere kıyasla oldukça büyük olduğunu söyleyebiliriz. Aynı taksonomik ailedeki virüsler, doğada diğer hayvanları da enfekte ettiği halde Variola sadece insanda enfeksiyon oluşturmaktadır. [2]
Enfekte olduktan sonra virüsün çoğalması, ilk başta asemptomatik olarak kemik iliği, dalak ve lenfatik sistem gibi vücudun savunma hücrelerinin üretildiği, bağışıklığın sağlandığı yerlerde olur. Ardından 8-10 gün sonra hastalığın ilk belirtileri, virüsün küçük kan damarlarında, dermiste, mukoza tabakalarında çoğalmasıyla gözlenir. Yüksek ateşi ve şiddetli semptomları; ağızdaki, dildeki ve derideki döküntüler takip ederdi. Bu döküntüler önce kendini kırmızı noktalar halinde belli ediyor, ilerledikçe sıvı dolan kabarcıkların 8. günde çatlamasıyla birlikte içi virüs fabrikası gibi olan sıvısı akıyordu. Bu karakteristik döküntüler öyle büyük ve ağrılıydı ki hastalar yemek bile yiyemiyordu. [2]
Dayanılmaz acı ve ağrı veren tek şey bu kabarcıklar değildi, aynı zamanda tahrip olmuş iç organlar da hastanın sonunu yaklaştırıyordu. Ölüm genellikle 10-16’ncı günler arasında oluyordu.
İlk aşı bulunana kadar Variola insanlar için büyük bir tehdit olmaya devam edecekti.

Çiçek Virüsünün Tarihi
Çiçek hastalığının en eski kayıtları 3500 yılına kadar dayandırılıyor. Mısırlı mumya Ramses V üzerinde, karakteristik kabarcıkların ve deri lezyonlarının olduğu görülmüştür.[3]
M.Ö. 1000’li yıllarda Mısırlı tüccarların virüsü Hindistan’a taşıdığı düşünülüyor. 6. yüzyılda ise Çin’den Japonya’ya taşınmasıyla birlikte 16. yüzyıla gelindiğinde Avrupa’da hastalık çoktan yayılmış vaziyetteydi. 15. yüzyılda yapılan keşif gezileri, köle ticareti ve insan popülasyonunun iyice artması sonucu virüs Amerika kıtasına da yayıldı. Okyanusu geçmiş olan mikroplar, daha önce bu hastalığı hiç geçirmemiş ve bağışıklığı olmayan savunmasız Amerikan yerlilerine büyük zararlar verdi. [1]

Çiçek, bir kalabalık ortam hastalığıdır. 18. yüzyılda sanayileşme ve kentleşmenin salgınlara zemin hazırladığı su götürmez bir gerçektir. Geçmişte de bunun çokça örneğini bulabiliyoruz.
Sadece çiçek hastalığı değil, aynı zamanda kızamık, kızıl hastalığı, difteri gibi çeşit çeşit patojenlere maruz kalan halk, nüfusunun %90’ını kaybetmiştir. Avrupalıların geldiği dönemden önceki hayatlarını anlatan bir Maya yerlisi şöyle yazmıştır:
‘’O zamanlar hiç hastalık yoktu: hiç kimsenin kemikleri sızlamıyordu; hiç kimsenin ateşi çıkmıyordu; hiç kimse çiçek hastası değildi; hiç kimsenin göğsü yanmıyordu; hiç kimsenin karnı ağrımıyordu. O zamanlar insanlar düzenli bir hayat yaşıyordu. Yabancılar buraya gelince bütün bunları tersine çevirdi.’’ [4]
Savunmasız olan milyonlarca kişi, çiçek hastalığı sonucunda hayatını kaybetmişti. Amerikan yerlisi tarafından yazılan bu yazı, yaşanılan felaketin özeti niteliğinde.
‘’… büyük bir yıkım olup insanlar arasında yayıldı. Bazılarının her tarafını sardı, yüzlerini, başlarını, göğüslerini. Yürüyemiyorlardı, istirahatgahlarında ve yataklarında yatıyorlardı sadece. Hareket edemiyorlardı; yer değiştiremiyor; yan yatamıyor; ne yüzükoyun ne de sırtüstü yatabiliyorlardı. Kımıldandıklarında bas bas bağırıyorlardı. Kabarcıklarla kaplıydı her tarafları, çok insan bu kabarcıklar yüzünden öldü.”[1]
Mikrobiyolojinin Gelişimi ve Hastalıkların Mikroplarla İlişkilendirilmesi
Koch’un 1877’de şarbon hastalığına sebep olan şarbon bakterisini izole etmesiyle bakteriyolojinin altın çağı başlamış oldu ve 19. yüzyıl bitene kadar difteri, cüzzam, veba, frengi, tifoid gibi birçok hastalığa sebep olan mikroplar tanımlandı ve hastalıklarıyla ilişkilendirildi.
Koch Postulatları olarak tanımlanan aşağıdaki 4 madde sağlanıyorsa, mikrobun hastalıkla ilişkili olması bekleniyordu:
- Hastalığın görüldüğü her vakada, bu mikrobun hastanın vücudunda bulunması.
- Vakadan izole edilip saf bir kültür içinde geliştirilip muhafaza edilmesi.
- Geliştirilen bu saf kültür sağlıklı hayvana aşılandığında aynı hastalığa sebep olması.
- Aşılanan hayvandan tekrar alınabilmesi.[1]
Koch, bu çalışmalarından ötürü 1901’de Nobel ödülü kazandı. Fakat hala bir sorun vardı. Çiçek, kızamık, grip, kabakulak gibi çok yaygın görülen hastalıkların mikrobu hala tespit edilememişti. O zamanlar bu mikroplar ‘’filtreden geçebilen ajanlar’’ olarak isimlendirildi ve çoğu insan bu hastalıkların mikroplarının çok küçük bakteriler olduğunu düşündü.[1]
Ama 1932’de elektron mikroskobunun icat edilmesiyle mikrobiyolojideki 2. altın çağa geçilmiş oldu. Bu enfeksiyonlara çok küçük bakterilerin değil, çok daha farklı bir mikrobun sebep olduğu ortaya çıktı: Virüsler.
İlk Çiçek Aşıları (İnokülasyon)
Çiçek hastalığına karşı ilk aşılama teknikleri yüzlerce yıldır Çin ve Hindistan’da uygulanıyordu. Aşılama (İnokülasyon) 1500 yılına ait Çin tıp kitaplarında geçen bir yöntemdi. Rivayete göre bu tekniği ilk olarak kutsal bir dağda, kulübede yaşayan, sakin bir hayat süren rahibe uygulamıştı. Rahibe, aşılama işlemine kurutulmuş yara kabuklarını döverek toz haline getirmekle başlıyordu. Daha sonra da bu tozları çocukların burunlarının içine üflüyordu. 6 gün sonra çocuklarda ateşlenme başlıyor, çiçek kabarcıkları çıkarıyorlardı. Ama çoğu iyileşiyor ve bağışıklık kazanıyordu. Rahibenin uygulaması o bölgede yaygınlaştıkça daha fazla insan bağışıklık kazanmış, rahibeye de çiçek hastalığı tanrıçası olarak ibadet edilmeye başlanmıştı.
Hint aşılama tekniğinde ise iltihaba batırılmış iğneler kullanılıyordu. Bu iğneler kolun birkaç yerine batırıldıktan sonra işlem yapılan yer pirinç lapasıyla sarılıyordu.[1]
Hindistan’a ticaret yollarının açılması ile birlikte aşılama tekniği Asya’ya, Afrika’ya ve Orta Avrupa’nın bazı kesimlerine yayıldı. Leydi Mary Worhtley Montague bu aşı tekniğini İstanbul’da duydu ve Britanya’ya tanıtmasıyla birlikte aşı, zamanla Avrupa’ya ve ABD’ye yayıldı. İstanbul’dan arkadaşına gönderdiği mektupta yazanlar şunlardı:
‘’…damarına iğne ucunun aldığı kadar çiçek numunesini koyuyor ve bu küçük yarayı küçük bir kabuk parçasıyla kapatıyor; bu şekilde 4 veya 5 damarı deliyor. Çocuklar günün kalan zamanında birlikte oynuyor ve sekiz günü sağlıklı geçiriyorlar. Sonra ateşlenmeye başlıyorlar, iki gün, bilemedin üç gün yatıyorlar. Çok ender olarak yüzlerinde yirmi ila otuz kabarcık çıkıyor, ama bunlar iz bırakmıyor ve sekiz gün içinde hastalıktan önceki sağlıklı hallerine kavuşuyorlar.’’ [1]
Ne var ki aşının halk tarafından benimsenmesi bazı kesimler için o kadar da kolay olmamıştı. Yabancı uygulamalara karşı ön yargılı olan insanlar sık sık dini argümanları dile getiriyordu. Onlara göre hastalıklar, Tanrı tarafından inançlarını sınamak ya da günahlar nedeniyle cezalandırılmak için gönderilmişlerdi. Leydi Mary ve birçok önde gelen tıp insanı bu argümanları tek tek çürüttü.
James Jurin’in 1723’te Kraliyet Bilimler Akademi’sine gönderdiği makalede aşılamanın riski ve çiçek hastalığının riski karşılaştırılıyordu. Makalede hastalığa yakalanan her 5-6 hastadan 1’i ölürken, aşılanan hastalarda 90 kişiden 1’inin öldüğü yazıyordu.[5] Bu makaleden sonra Britanya’da aşı hızla benimsenmeye başladı ve yerini daha güvenilir olan aşı yöntemine (vaksinasyon) bırakırken aşıya karşıtlığın ve dini tutumların daha fazla olduğu Avrupa’nın diğer yerlerinde, özellikle Fransa’da benimsenmesi daha uzun sürdü.
Çiçek Aşısı (Vaksinasyon)

Vaksinasyon kelimesi Latince anlamı inek olan ‘’vacca’’ sözcüğünden türetilmiştir. Edward Jenner, bu yöntemi sığır çiçek virüsünü kullanarak keşfettiği için onun anısına, ”vaksinasyon” sözcüğü bizzat Louis Pasteur tarafından verilmiştir. Vaksinasyon ve inokülasyon arasında çok büyük bir fark olmamakla birlikte aynı şeyler de değillerdir. Bazen birbirleri yerine kullanılabilirler. İnokülasyon genel olarak, bir mikrobun yeni bir sisteme eklenmesidir. Mayanın yoğurt yapımı için süte eklenmesi inokülasyona güzel bir örnektir. Vaksinasyon için ise aşı maddesinin (vaksen) vücutta bağışıklık oluşturması için uygulanan hali olduğunu söyleyebiliriz.
Jenner, taşrada yaşarken sığır çiçek hastalığının insanları çiçek hastalığından koruduğunu birçok kez duymuş ve bunun üzerine bu konuyu araştırmaya karar vermişti.
Sığır çiçek hastalığı, büyükbaş hayvanların memelerinde kabarcıklara sebep oluyordu. Bulaşıcı olduğu için de genellikle süt sağan insanların ellerini etkiliyordu. Jenner, aşı olan insanların, sığır çiçekli hayvanları sağdığı halde kabarcık çıkarmadıklarına tanık olmuştu. Kişilerin bağışıklık kazandığı anlaşılıyordu. Ve bu konu hakkında deney yapmaya karar verdi.
Jenner, sığır çiçek hastalığına sahip olan sütçünün ellerinden aldığı kabarcık numunelerini inokülasyon yöntemiyle bir çocuğa aşıladı. Çocuk, hafif bir sığır çiçeği geçirdikten sonra iyileşti. Jenner, 6 hafta sonra çocuğa çiçek hastasından aldığı iltihabı aşıladığında çocuk hasta olmamıştı. Bu durum bağışıklığın kazanıldığına işaretti. Ve bu deneyi birkaç çocukta daha tekrarladı, hiçbiri sığır çiçek hastalığından sonra hastalığa yakalanmamıştı. Bu yöntem başka bilim insanları tarafından da doğrulanıp inokülasyondan daha güvenli olduğu kanıtlandı. Jenner, aşı maddesinin aşılanmış çocuklardaki kabarcık örneklerinden alınabileceğini kanıtlayınca, sürekli bir sütçüden ya da inekten örnek alınmasına gerek olmadığı, koldan kola vaksinasyon yönteminin uygulanabileceği anlaşıldı.[1]
Kullanılan vaksinasyon yöntemi hızla Avrupa’nın her bölgesine yayıldı. Bu işlem İspanyol kolonilerine tanıtıldı ve 21 yetimle birlikte yola çıkıldı. Yolculuk boyunca koldan kola vaksinasyon yapıldı ve sonuçlar oldukça iyiydi.
1801 yılında Birleşik Krallık’ta 100 binden fazla insan aşılanmış oldu. 18. yüzyıl sonunda çiçek hastalığından ölenlerin sayısının oranı 1000’de 91,7 iken 1801-1825 yılları arasında 51,7’ye, 1851-1875 yılları arasında 14,3’e düştü. İsveç’te 1801’de bu hastalık nedeniyle ölenlerin sayısı 12.000 iken 1822’de sayı 22’ye düştü ve ortalama yaşam süresi erkeklerde 35’ten 40’a, kadınlarda ise 38’den 44’e yükseldi.[5]
Koldan kola vaksinasyonun frengi gibi bazı hastalıkların bulaşmasına neden olduğu ortaya çıkınca aşılanan sığırlardan sürekli aşı maddesi elde edilmeye başlandı ve bu sorun ortadan kalktı. 20. yüzyılda hastalık tekrar ortaya çıkınca, aşının ömür boyu koruma sağlamadığı, belli aralıklarla tekrar edilmesi gerektiği anlaşıldı.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Çiçek Hastalığını Dünya Genelinde Yok Etme Kampanyası’nı duyurdu. Bu kampanyanın içinde %80 aşılama oranı, hastaların ve temaslıların izolasyonu gibi amaçlar bulunuyordu. Bu girişim o kadar başarılı oldu ki, 10 yıl gibi bir sürede yani Janner’ın bu süreci başlatmasından itibaren 200 yıldan kısa bir sürede, dünya çiçek hastalığından kurtuldu. Sadece 20. yüzyılda 300 milyondan fazla insanın ölümüne sebep olan çiçek hastalığı artık yoktu.[1]
Bugün aşılar, hastalığı önlemedeki en düşük maliyetli yöntem olarak kullanılıyor. Tüberküloz, tetanoz, difteri, kızamık, kızamıkçık, çocuk felcine karşı düzenli aşılama sayesinde bu hastalıkların birçoğu da yok olmanın eşiğinde.
Mikrobiyolojiye altın çağ yaşatan bu büyük bilim insanlarının buluşları sayesinde aşısı olan hastalıkların sebep olduğu ölümler önemli derecede azaldı, yaşam süremiz arttı. Artık bu küçük mikropları tanıyabiliyoruz, biyolojilerini anlayıp önlemlerimizi alabiliyoruz. Bilimin gelişmesiyle birlikte, birçok hastalığın da üstesinden gelebileceğiz.
Kaynakça ve İleri Okuma
[1] Crawford, D.H. (2007). Ölümcül Yakınlıklar, Mikroplar Tarihimizi Nasıl Şekillendirdi? (Gürol Koca,Çev.). İstanbul: Metis Yayınları. Birinci Baskı, syf. 109-176.
[2] Adrian, M. ve ark. (1994). Structure of intracellular mature vaccinia virus observed by cryoelectron microscopy. Journal of Virology. 68(3); 1935–1941.
[3] Sanderson, A.T. ve Tapp, E. (1998). ”Diseases in ancient Egypt” , Mummies, Diseases and Ancient Cultures içinde haz. A.Cockburn ve ark. 2.Baskı, Cambridge University Press. syf: 38-58
[4] Crosby, A.W. (1972). The Columbian Exchange, Greenwood Press, syf. 36
[5] Hopkins, D.R. (1983). Princes and Peasants, University of Chicago Press. syf: 50-85.
Görsel Kaynakçası
[g.1] Centers for Disease Control and Prevention’s Public Health Image Library (PHIL) Id number: #1849 Son erişim tarihi: 09.03.22
[g.2] Gloucester smallpox epidemic, 1896: Ephraim Beard, a smallpox patient. Photograph by H.C.F., 189 Son erişim tarihi: 09.03.22
[g.3] Centers for Disease Control and Prevention’s Public Health Image Library (PHIL) Id number: #3265 Son erişim tarihi: 09.03.22
[g.4] Fields, Sherry (2008). Pestilence and Headcolds: Encountering Illness in Colonial Mexico Son erişim tarihi: 09.03.22
[g.5] Centers for Disease Control and Prevention’s Public Health Image Library (PHIL) Id number: #1985 Son erişim tarihi: 09.03.22